bugün

entry'ler (299)

seni özlemek istemiyorum

ne zaman özlemeye başlar ki insan, ne zaman kendini unutup bir başkasının kalp atışlarında öldürür kendini; özlemeye başlayınca mı? ya da şöyle diyelim, insan özlemeye başladığında mı anlıyor özlediğinin kendisini mutlu ettiğini ve belki de aşk denen lanetin mağduru olduğunu? yok, aslında hiçbiri değil; çünkü özleyen ne kadar özlerse o kadar bağımlı oluyor özlediğine. oruç aruoba'yı anıyorum şuan, ne güzel anlatmış kılavuzunu özlemin.

ne zaman özlemeye başlar insan, duygu yoğunluğunun etkisinde hep o'nu görmek istediğinde mi? göremediğinde katlanan özleme çare nerede aranır, ne derman olur özleme? hiçbir şeyin hiçliğinde çare arayışlarıyla telefona her dokunuşta, özlemle birlikte depreşir yalnızlık. ardı sıra umutsuzluk...

heyecanın dorukta olduğu aşk başlangıçlarında, hep o'nun yanında olma o'nunla konuşma, o'na dokunma isteğidir özlemek ve her adımda heyecan katlandıkça özlem de katlanır. ilerleyen zaman özleme çare olmaz, aşk kendini özlemle bütünleştirir. bir insan bir başka insanı ne kadar özleyebilir, ne kadar bekleyebilir ki? hem özlemin verdiği acıdan kurtalma çabaları da nafile olacaksa, daha yolun başında özleme dur demek gerekli. daha önce çok özlem çekenler bilirler, özlemin sınırı yok, beklemenin de. yeni özlemler büyütmeden kalbi durdurmak en iyisi.

uzak mesafeli ilişkilerin özlem ilacı telefon oldu günümüzde. tek tuşla sesini duydunda özlemin diner, mutluluğu kısa süreli yakalarsın. ta ki özlem heyecanla birlikte yok olana dek...

***experimental***
cep telefonu sonrası ilişkilerde, özlemeye fırsatımız hiç olmadı, ne kadar uzakta olsak bile sürekli haberleşebildik, sürekli konuşabildik, başta iyi gibi geldi bu bize, "ne güzel, özlediğin zaman sevgilinin sesini duyabiliyorsun" diye düşündük, ama; özlemeye ihtiyacı olduğunu ilişkilerin, sevgilerin özlemle şarj olduğunu hiç hesaba katmadık, sürekli haberleşmenin ilişkileri hızla tükettiğini, heyecanı körelttiğini ya kabul etmedik ya da görmemezlikten geldik. eskiden uzun mektuplar yazarken, artık kısa mesajlar yollamaya başladık, derinliği, duygusallığı kaybedip, tüketime koştuk, tükettik, tükettik, sonra da tatmin olamadığımızdan, göğüs kafesimizdeki boşluğun verdiği o kötü histen şikayet etmeye başladık.

hayat bizi zamanla, açık büfe kahvaltı veren mekanlarda, tabağını tepeleme dolduran fakat yediği hiçbir şeyden zevk almayan yaratıklara çevirdi, oysa ki eskiden öğrenci evinde yapılan sahanda yumurtanın yağına banmak için elinde ekmek ile bekleyen ve o aldığı bir yudumdan inanılmaz keyif alan insanlardık.

sevgilinin sesinin değerini unuttuk artık duya duya,
o an ne yaptığını hayal etmenin keyfini kaybettik,
haber beklemenin heyecanı artık çok uzak,
özlemek ise sadece tensel.

***experimental***

özlemekten korkanlar için, yani benim için, kaçış en kolay yoldur. kaçarken adımlarınızı saymasanız da olur, nasılsa geri dönemeyeceksiniz. özlem acısız olsaydı ne de güzel olurdu...

annemi öldürdüm

(bkz: i killed my mother)

j ai tue ma mere

(bkz: i killed my mother)

i killed my mother

(bkz: j ai tué ma mère)

"annemi öldürdüm ama aslında onu hala seviyorum."

xavier dolan'ın senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı ve elbette filmin başrolde de oynadığı 2009 kanada yapımı film. türkçe çeviri ismi annemi öldürdüm olan film, ülkemizdeki tabular düşünülünce, filmin ismi bile, filme karşı oluşacak tepki için yeterli.

dolan'ın bu filmin senaryosunu yazıp, yönetmenliğini yaptığı sırada 19 yaşında olması, filmi izleyip övgülerde bulunanların üzerinde hayli etkili. çünkü dolan, genç yaşına rağmen böyle bir filmin her noktasında varsa, gerçekten sempatiyi ve övgüyü hak ediyor demektir. aynı zamanda bu kadar genç birinin başarılı işler çıkarması, sanat adına sevindirici. önümüzdeki yıllarda adından daha çok bahsettireceğe benziyor.

filmin konusu da gördüğü ilgi ve eleştiriler açısından etkili. 16 yaşında bir gencin annesi ile arasındaki çatışma, annenin oğlunun homoseksüel olduğunu öğrenmesiyle doruk noktasına ulaşıyor. orta yaş bunalımındaki annesinin alzheimer hastalığı olduğunu düşünen hubert(xavier dolan), kendisini anlamadığı ve sürekli akranlarıyla kıyasladığı için annesini suçlar, sık sık onu hiç sevmediğini dile getirir ama gencin psikolojik karmaşası annesine olan duygularına yansır. ve ara sıra duylarını ifade etmek için çektiği video kasetlerinde annesine olan sevgisini dile getirir. bu videolar filmden kopukluk hissi verse de, hubert'ın sözlerinin konu ile ne kadar alakalı olduğunu filmin sonuna doğru anlaşılıyor. filmde diğer bir detay da, hubert’ın çok sinirli olduğu zamanlarda hayalinde canlandırdığı görüntüler. o anlarda şiddete yönelmesi sinir kontrolünde sıkıntı yaşayan gencin, yine duygusal karmaşasını yansıtmakta. filmin müzikleri de filmi izlerken insanı resmen filmin içine çekiyor.

gençlik bunalımları, ebeveynlerle iletişim sorunları ergenlik döneminde her insanın sıkıntılarıdır. bu filmde, annelerin yaptıkları kıyaslamalar ile çocuklarına ne kadar zarar verdiği gözler önüne seriliyor. ailenin bütünlüğü ve çocuk üzerindeki etkiyi savunanların pek de beğeneceği bir film değil. çünkü filmde genç hubert, babasının küçük yaşta aileyi terk edip gitmesini ve onunla hiç ilgilenmemesinin sonucunda homoseksüel olduğunu ve büyürken kendine model alacak kimseyi bulamadığından yakınıyor. haksız da sayılmaz. özellikle ergenlik döneminde cinsel kimlik ve karakterini şekillendirmeye çalışan gençler, sadece ne yapmaması gerektiğini söyleyen, temel ihtiyaçlarından başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen anne-babayı örnek almak bir yana, söylediklerini bile umursamazlar. çocuklara ne yapamayacağını değil, neler yapabileceğini anlatmak gerekli. bu sayede çocuk doğruya yönlendirilebilir.

filmin ödülleri ve adaylıkları –şimdilik- şöyle:

istanbul film festivali 2010: radikal halk jürisi özel ödülü
cannes film festivali 2009 : yönetmenlerin onbeş günü
cannes film festivali 2009 :sanat-sinema ödülü,
cannes film festivali 2009 :genç bakış ödülü,
cannes film festivali 2009 :sacd ödülü
2009 vancouver film festivali: en iyi kanada filmi
2009 lumiere ödülleri: lumiere ödülü, seyirci ödülü
2009 cesar ödülleri: en iyi yabancı film adayı
2009 sao paulo film festivali: uluslararası jüri ödülü adayı
2009 satellite ödülleri: en iyi yabancı film adayı
2009 stockholm film festivali: bronz at ödülü adayı
2010 palm springs film festivali: en iyi kadın oyuncu
2009 vancouver film eleştirmenleri
en iyi film, en iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu
2009 bangkok film festivali: özel ödül
2009 genie ödülleri: claude jutra ödülü
2009 namur festivali: en iyi ilk senaryo, en iyi kadın oyuncu

film 24 eylül 2010 tarihinde türkiye'de gösterime girdi, yani halen gösterimde. izlemek isteyenlere hemen biletini alıp, salondaki koltukta yerini almasını tavsiye ederim.

taş atan çocukların affedilmesi

21 temmuz 2010 tarihinde meclisten geçen taş atan çocuklar yasasının meyveleri dökülmeye başladı. tıpkı zamanında sezer affı sayesinde hapisten çıkıp, tekrar terörist eylemlerde bulunurken yakalanan, çatışmada ölen, yaralanan bir çok terörist gibi bu çocuklar da kaldıkları yerden devam edecekler.

http://www.ensonhaber.com...tan-genc-sakat-kaldi.html

kürt kızı olmak

güzel-çirkin, kıllı-kılsız, kokarca-mis gibi...

iki ırkın kadınları arasında başka kıyaslama yapacak mısınız? buna devam ederek göz zevkinize hitap edip, etmemesini tartışarak kadınları aşağılamaya devam mı edeceksiniz? uçkurunuzu aklınızdan çıkarabilecek misiniz? sebeplerini umursamak yerine doğurmak zorunda kaldığı çocuklarla alay etmeye devam mı edeceksiniz?
yani, siz de bu kızların etrafındakiler gibi (erkek-kadın ayrımı yapmadan) insan olduğu gerçeğini yok mu sayacaksınız? biri çıkmış kürt kızları çirkin demiş, diğeri kürt kızlarının güzelliğini savunmak için türlü örnekler vermiş. ne farkınız var birbirinizden?

kürt kızı olmak, yukarıdaki entrylerde de örneklerini gördüğünüz gibi insan olarak görülmemektir.

varoluş nedeninin aşk olduğunu sanmak

* varoluşuma bir neden arıyordum sadece, iyi olmak için bir neden, meta'dan ayrılmak için bir etken. *

her ayrılık sonrası, mutsuz hissettiğinde, beklentiler belirsizleştiğinde ve önce kendi nedenlerini bilmek istediğinde her insan varoluşunu sorgularken, diğer yandan hayatının nedenlerimi anlamaya, doğrularının, yanlışlarının neler olduğunu da bulmaya çalışır. bu sağdan sola bilmem kaç harfli bir bulmaca sorusu değil ki, öyle ha deyince dilinin ucundan çıksın. belki de bulmacanın parçası olmak için uğraşıyor insan varoluş sebebini bulmaya çalışırken; sanki bulduğunda kendini değerli hissetmeye yaracak gibi. cevabını bulsa, içindeki sürekli büyüyen boşluk doldurabilecek sanki.

aklınızı mı yediniz siz azizim? aşka kendini bırakıp, hayatını aşka adayıp bir ömür mutlu yaşayacağını sananlar, hey size diyorum! içinizdeki boşluğun aşk ile dolacağını sayıyorsanız kendinize haksızlık ediyorsunuz. ya da bana ne yahu sizden, aşka ihanet ediyorsunuz siz. o zaten biteviye yaşamın içindeyken, onu bir meta gibi kullanmaya çalışmanız arayışınızı sonlandırmayacak.

* varoluşuma bir neden arıyordum ve artık aşk bunun için bir neden olmayacaktı. *

117 sanıklı pkk davasında zamanaşımı

türk ceza kanunun 66. maddesi c bendinde der ki;

yirmi yıldan aşağı olmamak üzere hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıl geçmesiyle düşer.

1999 yılında açılan davanın zaman aşımı süresini 11 yıl olarak belirleyen hakimlerden ve bu işin içinde olan herkesten kamu adına davacı olmak gerekir. hakim usulüne uydurmuştur muhakkak ama, kanun bu kadar açıkken de böyle bir uygulama korktuğumuz gidişatı açıkça göstermekte. önümüzdeki dönemde öcalan tüm suçlardan ya aklanacak ya da zaman aşımı/takipsizlik kararı ile özgürlüğüne kavuşacak.

bu zamanaşımı basit gibi görünse de, ülkeyi bölmek için yapılan çalışmalara destektir. hükümet, bdp, pkk ve artık hukuk da ülkeyi bölme çalışmalarına tam gaz devam etmekte. yazıklar olsun!

ayrılık sonrası kalbi hissetmemek

*uyandım, kalbim artık yoktu.*

büyük aşklar cennette devam edecekse, bu dünyadaki ayrılığı sorun etmeye gerek yok diye kendini avuturken ayrılığın acısını bile hissedemiyorsanız, giden sevgili ayrılış anında kalbinizi yerinden söküp, götürmüş demektir.

her aşk mutlu bitmiyor. hele ki aşka olan inancın bittiği şu dönemde, insanların bu şartlanmışlıkla ilişkilerini sadece çıkarları doğrultusunda yaşayıp, artık alacak bir şeyi kalmadığını düşünüp sevdiğini söylediği kişiden ayrılması ve yeni sözde aşklara yönelmesi, aşkın insandaki küllerini bile savuruyor. keşke savrulan küller birine değse de, aşk tekrar doğsa bir kalpte diye beklerken tükenen ömürler, mutsuz insanlar, tahammülsüzlüklerle yaşam devam ediyor. ediyor mu cidden, yaşadığının farkında olan var mı?

dilovası

barış gelini pippa bacca'nın birden çok kişi tarafından tecavüze uğrayıp, öldürüldüğü yer. bu cinayet medyada gebze olarak anılsa da, asıl suç yeri dilovası'dır. tecavüz ve cinayetten tutuklanan murat karataş'ın kamyon şöförü olması, dilovası civarında şöförlere karşı tutumun haklı olduğunu ispatlar nitelikte.

doğumların sonbaharda artması

uzun ve soğuk kış gecelerinde ısınmanın bir yolu sevişmekse, insanlar enerjilerini son demine kadar harcadığını ispatlayan gerçek. yapacak işi gücü olmayan çiftlerin, ateşli sevişmelerinin meyvesini sonbahar aylarında alırlar. sancılı gelen bu meyve/bebek kimi aileleri mutluluğa ulaştırırken, bir çoğunu ise mutsuzluğa itmekte.

sevişme sonunda hamile kalan bir çok kadın, varlığını istemediği cenin rahmine yerleşerek büyüdükçe, ona karşı her zaman sevgi dolamayabilir. sonbahar çocuklarının belki de büyük bölümünün büyürken annesi tarafından hala bu istememe durumu ile baş etmek zorunda kalabilir. sevişmenin güzelliği ayrı, bir çocuğun bakımının ayrı olduğunu anlayan anne, bir çok sıkıntısı yanında istemediği bu çocuğa karşı ne yapıyor dersiniz? ilgisizlik ve umursamazlık ile büyüyen çocukların, yetişkinliğinde hala istenmemenin verdiği iç sıkıntıyla hayatlarına ne kadar sarıldıkları muallak.

sonbahar çocuklarının çok azı, kış aylarında keyif için anne ve babasının çiftleşmesinin ürünü olduğunu kabul etmek istemez. ama gerçek budur ve asla istenip de yapılan çocuk gibi olamayacaklardır. bu konuda bir diğer boyut;

(bkz: kendini bi bok sanma babanın 5 dakikalık zevkisin)

fatmagül ün dramı çoğu kadının dramıdır

1986 yılında sinema filmi olarak gösterime giren ve bu yıl dizi olarak kanal d kanalında yayınlanmaya başlayan fatmagül ün suçu ne, insanlığın oluşmasından bu güne kadar süre gelen kadın tecavüzlerinin sadece tecavüz anıyla sınırla kalmayıp, hayatının devamında her türlü tecavüze maruz kalan tüm kadınların dramını anlatmaktadır.

insanlık tarihine bakıldığında, erkekleri fethettikleri topraklarda yaşayan kadınlara tecavüz etmiş, tüm mallarına el koymuş, hamile kalmalarına sebep olarak çok sayıda çocuk dünyaya gelmesine sebep olmuşlardır. dini savaşlarda dahi, yenilen tarafın kadınlarına el koyma gibi bir emir bile çıkmıştır.

sözde insanlık devam ederken güçlünün güçsüzü ezmesi normal olarak görülmeye başlanmış ve yine güçlüden yana olunmuş, tecavüze uğrayan kadının namusunu koruyamadığı ileri sürülerek kadın cezalandırılmış, bir çok tecavüz vakası cinayetle sonuçlanmış. özellikle ülkemizde töre adı verilen insanlık dışı, tamamen erkeğin zevklerine göre uydurulmuş düzen, bu emri verir. tabi emir uygulayıcıları kendi kurdukları düzende yine kendilerinin istediği şekilde cellatlığı üstlenirler.

dünya üzerinde tecavüze uğrayan onca kadın, yaşadığı travma sonrasında yaşamına rahatça devam edemiyor. bir yandan tecavüzün psikolojik etkileriyle baş etmeye çalışırken diğer yandan toplumun namussuz kadın etiketiyle yaşamaya çalışıyor. tecavüze uğrayan kadının geri kalan hayatı diye bir şey yoktur. çünkü biz bilinçli olarak kadının hayatına devam etmemesi için hem söz hem de davranış olarak ne gerekiyorsa yapıyoruz. kadınlarımız tecavüz mağduru ile namusu iffetsiz olduğu, kocalarını yoldan çıkarma sanrısı, onunla görünürsem beni de iffetsiz zannederler gibi saçma mantık kurup, zaten sıkıntılı dönemde olan kadının yanında olmuyorlar. ve erkekler, tecavüz edeni haklı bile görenleri vardır. kadın erkeği tahrik etmiştir ve sahip oldukları güç onlara bu hakkı tanımaktadır. bu sebeple, tecavüze uğrayan kadın erkekler orospudur. tecavüze uğrayıp zarı delindiği için önüne gelen her erkeğe verir düşüncesiyle "tadına bir de ben bakayım" düşüncesi kesiştiğinde tecavüzcüden farkları kalmaz.

kadınlar dünyanın kuruluşundan bu yana tecavüze uğruyor. fatmagül'ün suçu ne dizisinde tecavüz sahnesini izleyip sanki yeni ortaya çıkan aşağılık bir davranışmış gibi davranmaya gerek yok. önce kabul edin, tecavüze uğrayan kadınlara, tecavüz sonrasın hem kadın hem erkek farklı boyutlarda tecavüz etmeye devam ediyor. hele ki ülkemizde zarını yitiren bir çok kadın, yapılan fiziksel ve psikolojik baskılara dayanamayıp iştihar ediyor. o da namusunu koruyamadığı için yaşamaya hakkı olmadığına inandırılmış.

peki suçlu kim? tecavüz eden erkekler mi, yoksa tecavüz edilirken kendini koruyamayan kadınlar mı? insana cinsel zevk vererek, o zevki almak için her şeyi, her türlü ahlaksızlığı yapabilecek insanoğlu yaratmak mı acaba? insana zevki verip "bu yasak" demek oyunu keyifli kılmak için olabilir ama böyle rezilliklere sebep olan her ne ise, kabul edilir gibi de değil.

goodbye bafana

güney afrika halkının özgürlük savaşçısı olarak kabul ettiği nelson mandela'nın hayatının bir bölümü içermesi sebebiyle biyografi sayılan, 2007 yılında yılında gösterime giren, bille ağustos'ın yönetmenliğini yaptığı film.

filmde, faşist gardiyan olan james gregory (joseph fiennes) mandela'nın sorumluluğunu üstlenmesiyle insanlara, özellikle de ırksal farklara olan bakış açısında değişiklikler başlar. hele ki, o dönemde ülkede yasaklanan özgürlük beyannamesi'ni bir kütüphanede gizlice okuması ve bir sayfayı yırtarak sürekli cebinde taşıması, faşist bir gardiyan için fazlasıyla düşünce değişimi demektir. james gregor'in eşi rolünde diane kruger'ı (gloria gregory) görüyoruz. ve elbette mandela rolünü üstlenen dennis haysbert'ın oyunculuğu konusunda bir çok eleştiri alması, filmin 2007 yılında berlin film festivalinde barış film ödülü almasına engel olmadı.

kabilesinin ileri gelenleri tarafından madiba lakabıyla anılan mandela'nın hayat hikayesinin yine bir bölümü 2009 yılında gösterime giren the invictus(yenilmez) filminde de anlatılmaktadır.

filmdeki oyunculuk konusunda çok fazla bir şey söylemek mümkün değil. hatta vasat denilebilecek kadar kötü çekilmiş sahneler izlemek mümkün. filmin başrolünü gardiyan james almış gibi görünse de, mandela'nın etkisi göz ardı edilemez. biraz daha gerçekçi olalım, eğer ki film önce güney afrika'nın daha sonra tüm dünyanın barış elçisi olarak kabul ettiği nelson mandela'nın hayatını içermeseydi, bırakın bu başarıları, adından bile söz edilmeyen bir film olurdu.

***

filmi izlerken bazı sahneler sebebiyle ülkemizin içinde bulunduğu olumsuz koşulları anımsamamak için ülkeyle hiçbir bağınızın olmaması gerekir. özellikle filmin başında mandela'nın bir adada(robben adası) özel bir odada diğer mahkumlardan ayrı tutulması hemen akla abdullah öcalan'ı getiriyor. yine filmin devamında hapishane şartlarının iyileştirilmesi, sonrasında bir takım görüşmeler yapmasına müsaade edilmesi, filmin sonuna doğru hapis adı altında mandela'ya sağlanan lüks yaşam şartları, avukatları ve taraftarlarıyla görüşmeleri, bu görüşmeler sırasında gardiyanların ve devlet görevlilerinin onlara hizmet etmesi hiç yabancı gelmiyor. hele ki, filmin sonunda azılı terörist olarak yıllarca hapis yatan mandela ile devlet başkanının yaptığı görüşme son zamanlarda -özellikle 12 eylül referandum sürecinde- başbakan erdoğan ile öcalan arasındaki gizli görüşmelerin yapıldığı dedikodularını değerlendirmeye almanıza sebep olabilir.

güney afrika'da zencilere yapılan faşizan davranışlar, işkenceler, kimliğin ve ırkın silinmesi yönündeki insani olarak kabul edilemeyecek onca davranış, hiç alakası olmadı halde ülkemizde terör eylemleri içinde bulunan pkk'nın kendilerine yapılan baskıyla bir tutulması oldukça enteresan. öcalan ve pkk destekçileri mandela'nın vermiş olduğu mücadeleyi kendilerine örnek olarak aldıklarını söylüyorlar, hem de hiç hadleri olmadan. mandela, zencilere yapılan işkencelere karşı haklı dücadele veren, sosyalist ideolojiyle birlikte her insanın eşit olması gerektiğini savunan bir liderdi. öcalan'ın mandela'ya benzetilmesi sadece pkk'nin kendilerine yine yandaş çekme çabasından başka bir şey değildir. asla öcalan ve mandela karşılaştırılamaz, bir tutulamaz.

filmin sonunda mandela 1990 yılında, hapisten çıkıyor ve büyük coşku ve kutlamalarla karşılanıyor. yaşamının geri kalanında özgürlük savaşçısı olan mandela, 1994 yılında güney afrika'nın ilk siyahi başkanı olarak seçiliyor. mandelanın hapsolduğu süreçte olanlar, ona sağlanan imkanlar, daha önce gizli olarak ve sonunda da resmi olarak devlet başkanıyla olan görüşmeleri hükümetin öcalan'a jestleriyle birebir örtüşmekte.

mandela filmin sonunda hapisten çıktı ve devlet başkanı oldu. öcalan için de planlanan geleceğin bu olduğu senaryoları ağızdan ağıza dolaşırken, öcalan'ın ülkenin başına gelme olasılığını düşünmemek elde değil. hatta, bu konuşmalar acaba öcalan'ı hapisten çıkarmak ve hükümette ona yer vermek için halkı buna alıştırma senaryoları mı? zira, halka bir şeyi tepki vermeden kabul ettirmek istiyorsanız, o şeyi önceden yavaş yavaş konuşmalarla hazırlamanız gerekir. işte siyaset budur. her türlü rezilliği yapabilirsiniz, lakin öncesinde buna zemin hazırlarsınız ülkenin en iyi adamı olursunuz.

sevgilinin söylediği unutulmayan sözler

sevgimden şüphe edersen, sahilde geçirdiğimiz o geceyi hatırla. bu tüm şüphelerini yok edecektir. *

islamcılık ve pedofili ilişkisi

kız çocuklarında adet görme yaşı 8 ile 14 arasında değişkenlik gösterir. özellikle arap ülkelerinde iklim ve beslenme alışkanlığına göre ilk adet kanaması 8-9 yaşlarında görülmekte. ülkemizde kız çocuklarında ilk adet kanaması 12-13 yaşlarında görülmekte. bu gayet açık ve bilimsel bir durumdur. (hiçbir konuda istisnaları bağlamaz)

kuran'da kesin yaş belirtilmemekle birlikte, kız çocuğunun ilk adet kanamasından sonra eş olarak alınabileceği yazmaktadır. bu durumda, her ülke insanı çocukluktan çıkış yaşını kendi şartlarına göre belirler. tabi bu sadece büyük çoğunluğu islam dinini kabul etmiş toplumlar için geçerli. din ile kanun arasındaki ilişkiyi de göz ardı etmemek gerekir. çünkü yazılı kanunlar her ne kadar var olsa da, o toplumun inanç sistemine göre şekillendirilerek uygulanırlar.

islam'a göre adet gören kız, artık çocuk olarak görülmez. yani, islam dinini kabul eden insanlar da, kız 8 yaşında adet gördüğünde onu kendisine kadın olarak alabileceğine inanır ve buna göre hareket eder. inanca göre eş seçimi yapıldığına göre, adet gören kızın yetişkin/üremeye elverişli olduğunu belirten islam dinine inananlar da seçimini inançlarına göre yapar. yani, size göre çocuk olan ona göre döllenebilecek bir kadındır ve erkek istediği zaman o kadınla birlikte olur.

burada asıl mesele şu olmalıydı; kuran'daki ayetlerde adet görmüş kadın seçimi ve o kadın ile ilişkiye girme isteği konusunda erkeğe bir hitap söz konusu. erkek, adet görmüş bir kızı istediği zaman nikahlar ama istemezse onla ilişkiye girmeyebilir. kızın daha da serpilmesini bekleyebilir. tabi kız adet bitiminin ertesinde de gerdek yatağında kendisini bulabilir. bu tamamen erkeğin kızı istemesiyle alakalı. erkeklere cinsel konularda bu kadar kolaylaştırıcı olanakların olması, tam olarak cinsel gelişimini tamamlamayan kızlar ile ilişkiye girerken de, dinin arkasına sığınmaktadır.

her konuda erkeklerin cinsel isteklerini ön plana alan dinin emirlerini yerine getiren kişi de, bu durumu pedofili olarak değerlendirmez; daha tüyleri bile çıkmamış taze bedenlerden aldığı zevke bakar.

tecavüzcülere hadi hep beraber küfredip arınalım

toplumlarda aynı düşüncenin yayılıp birlikte hareket etme, güçlenme güdüsüyle ortaya çıkan linç kültürünün sonucudur. insanlar hep bir ağızdan aynı şekilde küfürler savurup lanet yağdırarak mevcut olumsuz durumu ortadan kaldıracaklarını zannederler. aslında amaç ortadan kaldırmak falan da değil; bunun insanı bir görev olduğunu düşünüp kendilerince insanlıklarını birbirlerine göstermiş olurlar. öte yandan, zaten içlerinde var olan saldırganlık güdüsüyle tecavüz edebilecekleri zayıflıktaki canlıları (hayvan tecavüzlerinin temelinde de aynı dürtü vardır) düşünürler.

tecavüzcülere küfrederek kendince insanı görevini yapıp tecavüz mağdurunu görmezden gelenler söylesin lütfen, bir tecavüz olayıyla karşılaştığınızda hangi yakınınızın başına aynı şeyin geldiğini ve nasıl davranmanız gerektiğini düşünüyorsunuz? bu rezilliği ortadan kaldırmanın yolunu küfretmek zannedip, tecavüz mağduru ile özdeşleştirdiğiniz kim? karınız, kızınız, yeğeniniz, memeleri yeni tomurcuklanmış komşunuzun kızı?

insanlar fırsat bulduğunda gerçek düşüncelerini örtbas etmek için, toplum yargılarının arkasına sığınıp suçlu gördüğü kişiye yönelir. dinin etkisiyle onun recm edilmesini, aynı şekilde cezalandırılmasını bile isteyebilir. ama örtbas işlemi sırasında kendilerini öyle kaptırırlar ki, aslında küfrettikleri kişinin kendileri olduğunu, yine kendi düşünce ve arzularını bir başkasında ortaya çıktığını göremezler. insanlığın başından beri süregelen ensestlik, pedofili, tecavüz, sapkınlık bugün belki daha kuvvetli olarak görülmekte. her gün tecavüze uğrayan komşunuza, tacize uğrayan kardeşinize, babanızın annenize yaptıklarına vs. ses çıkarmıyorsanız ve ortaya çıkan tecavüz olaylarında toplu küfür ederek tepki göstermenin içinizi rahatlatacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. her gün şahit olduğunuz olaylara ses çıkarmamanız, kendinizin de aynı düşünce ve isteklerde olmanızdan kaynaklanır, hepsi bu.

insanları cinsel istismar ve tecavüzden korumanın yolu tecavüze ses çıkarmayıp, sonradan topluca küfretmek değildir. hele ki, susarak/görmezden gelerek tecavüzcülerin cezalandırılmasının önündeki duvar olmaktan vazgeçilmediği sürece bu mümkün olmayacak.

tecavüz edilen kız engelli olunca daha çok üzülmek

tecavüz suçunun etkilerini duygusal sömürü ile artırma çabasıdır. tecavüze uğrayan kişiye gerçekten üzülüyorlar mı, yoksa acıyorlar mı bilemiyorum ama bu ülkede tecavüze bakış açısı çok farklı.

bir adam sevgilisini/karısını/kızını sokak ortasında evire çevire döverken kadının yardım çığlıklarını duymazlıktan gelip arkasını dönen insanların, yine tecavüze uğrayan kadına bakışı ve onu dışlaması nedeniyle duygulardan bahsetmek saçmalık kazanıyor. bu ülkede tecavüze uğradığı için aile meclisi tarafından ölümle cezalandırılan(tecavüze uğramak suç onlara göre)kızların sayısı muallak.

kadınlar tecavüze uğradı diye kimse üzülmüyor aslında, tek sorun bundan sonra bu kir(!) ile yaşamını devam ettiremeyeceği düşüncesiyle ona acımaları. yani tecavüze uğrayan kadınlar için kimsenin üzüldüğü falan yok. tecavüz mağduru engelli olunca bu acıma daha etkili gözüküyor. zaten acıdığınız insana iki defa acıyorsunuz, onun için üzülmüyorsunuz. acıma duygusuyla üzüntüyü birbirine karıştırmamak lazım. eğer biri için üzülseniz onun hayatını bu şekilde mahvetmek yerine, yardımcı olursunuz. fakat yapılan işaret etmekten başka bir şey olmayınca, tecavüz mağduru için tek seçenek kalıyor, ölüm. tecavüze uğrayan kadınların intihar etmesinin sebebi, kadını yok sayarak tecavüzü görmezden gelen, bir sonraki tecavüzlere zemin hazırlayan insanlar.

tecavüz, bu ülkenin değil, tüm dünyanın/insanlığın bir gerçeği. baş etmekse yine insanlarla yapılabilir. üstünü kapattığınız, cezalandırılmayan her tecavüz sonraki tecavüzlerin zeminini hazırlıyor. ve tecavüze uğrayan insan sayısı katlanarak artıyor. üzülüyor gibi yapmayı bırakın da, tecavüze tepki gösterin.

platonik aşkın karşılık bulduğu an

artık hiçbir hayal cazip gelmeyecektir.

aşık olduğun kişinin katil olduğunu öğrenmek

ölüm korkusunu daha etkili hissetmenize sebep olur.

insanlığın varoluşundan bu yana insanların ihtiyaçlarını gidermek için canlıları öldürmesinin temelinde de katil olma (katletme) içgüdüsü yer alır. her insan katil olma potansiyeline sahiptir. ama topluma uyum sağlama sürecinde id'ini bastıran toplumsal değerler sebebiyle katil olmanın önüne geçilir. yani aslında ölüm korkusu hep varlığını korumasına rağmen, bu bastırılma durumu korkuyu örtbas etmekte. katillerin bastır(a)madığı id'leri, korkunun kuvvetlenmesinde etkilidir. tüm bunlardan hareketle katiller, yaratılış itibariyle normal canlılardır. fakat, herkes gibi olmadıkları için toplumdan soyutlandırılmaları ve yine toplumun huzur ve sükunu için cezalandırılmaları öngörülmektedir.

aşık olunan kişinin katil olduğunu öğrendiğinizde, eğer korkmuyorsanız, aşkınızı yaşayabilirsiniz. tabi korkunun yanında toplum baskısıyla baş etmek zorunda kalacağınızı da unutmamalısınız. önce şuna karar verin, vazgeçmeniz için hangisi daha etkilidir?

korku mu, toplum baskı mı?

fatih sultan mehmet posteri çevreyi kirletiyor

kanunun, türk halkının duygusallığına yenik düşmediğini gösteren haksız tepkidir.

kanun gereği, afiş asma izni olmadan hiç bir yere afiş asılamadığını her parti teşkilatı bilir. buna rağmen siyasi bir parti, insanların duygularını -her zaman olduğu gibi- kullanarak afişi izinsiz asıyor. özellikle partinin ismi afişin altındaysa, sadece para cezasının yeterli olmayacağı da bilinmeli.

afişin kaldırılmasına siyasi propagandaya dönüştüren parti ve partiyi destekleyen yayın organları, fetih konusunu da siyasi amaç için kullanarak, uygulanan cezai işlemin ne kadar doğru olduğunu gözler önüne sermektedir. çünkü bir insan/kurum ancak hatalı olduğunu bildiğinden insanların duygusal zaaflarını kullanmaya çalışır.

poster, çevre kirliliğine sebep olduğu gibi siyasi partinin izinsiz reklam yapması ayrıca hukuksal çerçevede değerlendirilmelidir. durum bu olduğu halde, bahsi geçen siyasi parti teşkilatı (çayırova saadet partisi ilçe teşkilatı) soruşturmaya tabi tutulmadıkları için şükretmeli. insanların inançların sömürerek bir yer edinmeye çalışan bir parti ve parti üyelerinin şükretmeyi bildiğini umut ediyoruz.